Bu günlerde medyada yer alan fikir tartışmalarının büyük çoğunluğunu Statüko'dan veya değişimden yana olma tartışması oluşturmakta. Bilimsel düşünenlerin hemen tamamı ,insan doğasının gelişim ve değişiminin kendiliğinden ve diyalektiğin şaşmaz kuralları içerisinde olacağını en basit doğa kuralı olarak kabul etmektedir. Ancak şu da bir gerçektir ki Dünya Tarihi aslında bir Devrimler Tarihi olma yanında aynı oranda bir Statükoyu Koruma tarihidir de. Çünkü her devrim zamanla kendi teorisinin doğruluğunu savunma çabasından kolaylıkla Statükoyu Koruma bataklığına yuvarlanır.Oysa Diyalektiğin kuralları o kadar hızlı işler ki dün devrim sayılan her değişim ve gelişme bugün Statüko haline gelir.
Geçmişe baktığımızda İnsanlık tarihinin gittikçe ivmesi hızlanan değişim içinde olduğunu görürüz. Bunun sebebi diyalektiğin şaşmaz kuralları gereği ortaya çıkan tezler ve antitezlerdir. Bunu anlamanın en kolay yolu, İnsan beyninin gelişme ve kullanım oranlarının değişmesine ilişkin bilimsel bilgiye ulaşmaktan geçer. Son kabul görmüş verilere göre İnsan beyninin Kapasite Kullanım Oranı günümüz itibariyle , çeşitli varsayımlara göre %15 ila en iyimser ihtimalle %16 arasındadır. Ancak bu oranın gittikçe artan bir ivme ile büyüdüğü yadsınamaz bir gerçektir. Hal böyle olunca mevcut tezlerin hiç bir zaman ortaya atıldığı zamanki haliyle mutlak ve değişmez kalması mümkün değildir. Mutlaka antitezler ortaya çıkacak, bu tezler ve antyitezlerin çatışması sonucu yeni SENTEZ'ler oluşacaktır.İşte DEĞİŞİM denilen şey aslında ulaşılan bu çözümlerdir. Ama çözümler İnsan beyninin Kapasite Kullanım oranı %100'e ulaşmadıkça mutlak doğruya ulaşıldığı söylenemez.Dolayısıyla yeni antitezlerin ve sentezlerin ortaya çıkması bilimsel bir gerçeklik olarak kabul edilmelidir. Bu bakımdan Statüko'nun devamında ısrar etmek veya aksine bir deyişle Değişimden yana olmamak pozitif bilime aykırıdır.
Yalnız burada unutulmaması gereken en önemli şey DEĞİŞİM'İN NİTELİĞİ'dir. Değişim İnsan beyninin standart gelişiminin - ki bu gelişim Eğitimin niteliği,yoğunluğu,bilimselliği ve ve devamlılığı ile de ilintilidir- tabii sonuçlarına göre olumlu yönde olmalıdır.Aksi takdirde ortaya çıkan değişim değil, statükoyu korumaktan öte,statükodan önceki duruma geri dönmek olur ve bunun adına DEĞİŞİM değil, GERİCİLİK denir. Değişim sonucunda oluşan sentez mutlaka insanın tabii gelişimine uygun daha İLERİ,daha bilimsel ve daha mantıklı bir çözüm olmalıdır.
Doğada hiç bir şey mutlak değildir. Bugün sokakta gördüğünüz bir taş bile dünkü durumunu muhafaza etmemekte,en azından çevresel etkenlerle aşınıp görünüm ve kütlesi itibariyle sürekli değişmektedir. İnsan beyninin Kapasite Kullanım oranının artması ise bu değişimi olumlu yönde etkilemelidir.
Ancak günümüz sosyolojik hayatında her şey böyle bilimsel verilerle yürümemektedir. Çünkü dünyanın ticari gücünü elinde bulunduran tekeller ,insan gelişimindeki manipülasyonlarla , eğitim , yazılı ve görsel medya ve diğer iletişim araçlarını da kullanarak kısa vadede bu değişimi olumsuz yönde etkilemek suretiyle toplumda GERİCİLİK diyebileceğimiz olumsuz sentezlere ulaşılmasını sağlayabilmektedir. Ancak bu durum İnsan beyninin kapasite Kullanım oranının artmasını uzun vadede engeleyememekte ve böylece Devrimler Tarihi her zor dönemde olduğu gibi görevini icra ederek normal gelişmesini Sıçrama şeklinde icra etmektedir. Buna da DEVRİM adı verilmektedir.
Hal böyle olunca toplumun her zaman kuşkucu ve uyanık olması,kendisine DEĞİŞİM olarak sunulan dayatmaları buna göre değerlendirmesi,bunun için de bilimsel bilgiden şaşmaması, araştırıcı ve toplumsal olaylara aşina olması gerekmektedir.
Değişim'in doğru yolu Bilimsel bilgi ve diyalektikten geçer.
24.07.2009 Trablus
Saturday, July 25, 2009
Monday, March 23, 2009
Siyaseti Paylaşmak (1)
Peki siyaset bu kadar ucuz ve yolsuzluk peşinde koşanların elinde oyuncak mı? Neden Siyasette doğru ve gerçekten ülkesini ve insanlarını düşünen kimseler yer bulamıyor?
İşte bu soruya doğru bir cevap bulabilmek için iyasi Partiler Kanunu'na bakmak lazım.
22/4/1983 ve 2820 sayılı SİYASİ PARTİLER KANUNU'nun Siyasi Partilerin Vazgeçilmezliği ve Niteliği hakkındaki 4 maddesi :
Madde 4- Siyasi partiler, demokratik siyasi hayatın vazgeçilmez unsurlarıdır. Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlı olarak çalışırlar.
Yine aynı kanunun 5.maddesiise :
Madde 5- Siyasi partilerin kuruluşu, organlarının seçimi, işleyişi, faaliyetleri ve kararları Anayasada nitelikleri belirtilen demokrasi esaslarına aykırı olamaz.
Peki Siyasi Parti Kurma hakkı kimlere aittir.şte bu soruya da 6. maddede cevap verilmektedir:
Siyasi Parti Kurma Hakkı
Madde 5- Vatandaşlar siyasi parti kurma hakkına sahiptirler.
Siyasi partiler, Anayasa ve kanunlar çerçevesinde, önceden izin almaksızın serbestçe kurulurlar.
Buraya kadar çok kolay gibi görünen Parti Kurma hakkının önünde önemli maddi ve sosyal sorunlar vardır.Yine Siyasi Partiler Kanunu'ndan takip edelim.
İşte bu soruya doğru bir cevap bulabilmek için iyasi Partiler Kanunu'na bakmak lazım.
22/4/1983 ve 2820 sayılı SİYASİ PARTİLER KANUNU'nun Siyasi Partilerin Vazgeçilmezliği ve Niteliği hakkındaki 4 maddesi :
Madde 4- Siyasi partiler, demokratik siyasi hayatın vazgeçilmez unsurlarıdır. Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlı olarak çalışırlar.
Yine aynı kanunun 5.maddesiise :
Madde 5- Siyasi partilerin kuruluşu, organlarının seçimi, işleyişi, faaliyetleri ve kararları Anayasada nitelikleri belirtilen demokrasi esaslarına aykırı olamaz.
Peki Siyasi Parti Kurma hakkı kimlere aittir.şte bu soruya da 6. maddede cevap verilmektedir:
Siyasi Parti Kurma Hakkı
Madde 5- Vatandaşlar siyasi parti kurma hakkına sahiptirler.
Siyasi partiler, Anayasa ve kanunlar çerçevesinde, önceden izin almaksızın serbestçe kurulurlar.
Buraya kadar çok kolay gibi görünen Parti Kurma hakkının önünde önemli maddi ve sosyal sorunlar vardır.Yine Siyasi Partiler Kanunu'ndan takip edelim.
Wednesday, March 18, 2009
BİZ YANMASAK NASIL ÇIKAR KARANLIKLAR AYDINLIĞA...!
Büyük Vatan Şairi ,Usta Nazım Hikmet'in çok bilinen bir şiirinden alıntıyla başlamak istedim.Çünkü öylesine uygun ki günümüz siyasi ortamına. Nereye baksan karanlık kaplamış dört bir yanı. En iyisi karanlıklara taa en başından set koymaya çalışan Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk ile başlamak en iyisi. Biz yanalım ki gelecek kuşaklar yanmasın!Yıl 1900'lerin başları !Genç Türkiye Cumhuriyeti bir yandan uzun yıllar süren savaşlar ve ardından verdiği İstiklal Mücadelesi'nın yaralarını sarar ve kendi ekonomisini geliştirmeye,kaynaklarına sahip çıkmaya çalışırken Albay Chester adlı bir "Çirkin Amerikalı" ABD'nin taa o zaman göz diktiği yeraltı kaynaklarına sahip olabilmek için yaptığı ayak oyunlarını , Fakat buna karşılık henüz sağ olan Ulu Önderimiz Mustafa Kemal Atatürk'ün bu oyuna nasıl engel olduğunu bileniniz yoktur sanırım. Çünkü bu ülke 1950 li yılların başından itibaren ABD yandaşı, 'satılmış' yöneticilerle yönetildiğinden ABD politikaları egemen olmuş , gerçekler her zaman karartılmış ve her geçen yıl iyice yerleşen uyutma,karartma,köleleştirme ve CIA merkezli 'Derin Devlet' uygulamaları bunları bilmemize engel olmuştur.Chester Projesi !Yıl 1900 Türkiye’ye Amerika’dan Colby M. Chester adında emekli bir amiral gelir. Bir proje hazırlar ve hazırladığı bu proje “Chester projesi” adıyla anılır. Buna göre proje, bir ABD-Kanada ortaklık grubu şirketi tarafından hazırlanan, inşa bölgesinin çevresindeki madenleri işletme imtiyazı karşılığında bazı bölgelerde demiryolu ve liman yapımını içeriyordu. Chester projesi, Türkiye’nin Doğu Anadolu ve Güneydoğu Anadolu’sunda yapılacak demiryollarının finansmanı için gerekli olan kaynağın nasıl bulunacağını ortaya koymaktadır. Projeye göre şirket Adana-Yumurtalık, Musul-Kerkük ve Samsun bölgelerinde yaklaşık 4400 km'lik bir demiryolu; Yumurtalık ve Trabzon'a birer liman inşa edecek, buna karşılık olarak da bu bölgelerin çevresindeki 40 km'lik bir kuşak çevresinde bilinen ve sonradan bulunabilecek petrol ve diğer bütün madenlerin 99 yıllığına işletecekti. Amerika’nın hedefi bellidir. Bu trenyolu ağının 20 km sağında 20 km solunda olmak üzere 40 km.’lik alandaki maden rezervlerini işleme hakkını 99 yıllığına almak…Chester projesinin imtiyaz şeridi içinde bulunan Maden ilçesi’nde 200 milyon ton yüksek tenörlü bakır madeni ile Van Gölü civarından çıkarılacak milyarlarca varil petrol bu projenin finansmanında kullanılması düşünülmekteydi. Yani ABD gerekli finansmanı bölgeden çıkaracağı madenlerden sağlamayı düşünmekteydi. İşte ABD’li Albay Chester, 1900’lü yıllarda, Türkiye’de Bugün ABD güdümündeki ekonomi tetikçilerinin yaptıklarını taa o günlerde yapmaya çalıştı. Ama karşısında MUSTAFA KEMAL ATATÜRK’ü buldu. ABD, Lozan görüşmelerinde Türkiye’nin yanında yer aldı. Türkiye, 24 Temmuz 1923 tarihinde Lozan’ı onayladı. ABD’yle Türkiye arasındaki Chester projesi bazı ayak oyunları da kullanılarak TBMM’de vekillere onaylatıldı. Ancak MUSTAFA KEMAL ATATÜRK neredeyse bütün vekillerin onaylamış olduğu bu anlaşmayı yırtıp attı. Bunun üzerine ABD, Lozan Antlaşmasını imzalamadı. Lozan’ı imzalamamış olan ABD Türkiye’nin sınırlarını hala tam olarak tanımış değildir. İlişkiler ikili anlaşmalarla yürütülmektedir. Kaynaklar: http://ansiklopedi.turkcebilgi.com/Chester_Projesi 1.-Demiryolundan Petrole Chester Projesi: (1908-1923) Bülent Can Yurt Yay. (Kitap-Mayıs 2000)
2.-Türk Amerikan Münasebetleri Işığında Chester Demiryolu Projesi, Ankara, 1995 Yüksek Lisans Tezi Yrd.Doç.Dr. Yaşar Semiz
3.- A Foreign Capital Investment Enterprise in Turkey: The Chester Railway Project, May 1981 Selim İLKİN (Kitap)
2.-Türk Amerikan Münasebetleri Işığında Chester Demiryolu Projesi, Ankara, 1995 Yüksek Lisans Tezi Yrd.Doç.Dr. Yaşar Semiz
3.- A Foreign Capital Investment Enterprise in Turkey: The Chester Railway Project, May 1981 Selim İLKİN (Kitap)
AKP İSLAMCI MI ? YOKSA ABD'Cİ Mİ?
AKP bu güne kadar gelmiş geçmiş tüm iktidarlar gibi ABD ve onun yurt dışı operasyonlar kuruluşu CIA'in siyaset ve organizasyonları sayesinde iktidara gelmiş olup onun denetim ve gözetimi altındadır.Bilindiği gibi ABD , Soğuk Savaş yıllarında S.S.C.B.ne karşı geliştirdiği bir "Yeşil Kuşak projesi" kapsamında Rusya'nın güneyini İslami yönetimlerle kuşatarak kontrol altına almaya çalışmıştır. Bu bakımdan Gerek Humeyni ve gerekse Osama Bin Ladin gibi liderler tamamen ABD ve CIA projesi olarak beslenmiş,desteklenmiş ancak daha sonra kontrol dışına çıkarak ABD'nin başına bela kesilmişlerdir.Ancak Bundan sonradır ki Ortadoğu'yu kendi emelleri doğrultusunda şekillendirirken (Büyük Ortadoğu Projesi) bu defa 'Ilımlı İslam' deyimiyle , ABD'yi destekleyecek ya da en azından karşı çıkmayacak bir model oluşturmaya çalışmışlardır.Geçmişi yakından incelediğimizde Atatürk'ten sonra gelen liderlerin hemen tamamının siyasal nedenlerden dolayı dini politikaya alet ettiklerini ve gittikçe artan belirli bir ivme içerisinde dini temalarla siyasi manipülasyonlar yaptıklarını görürüz.Bunda en büyük etken,Cumhuriyet'in temelini oluşturan halk kütlesinin tamamına yakınının İslam kökenli eğitimsiz bir toplum olmasıdır.Bu nedenle islamın manipüle edilmesi her zaman en kolay yol olmuştur.Hal böyle olunca ABD'de Türkiye operasyonlarında her zaman aynı temayı kullanmıştır. Peki AKP'nin Siyasal İslama kayması söz konusu olabilirmi? Pek tabiidir ki kökenleri ve ekolü itibariyle AKP Siyasal islama en yakın partilerden biridir. Hem islami argümanların siyasette yıldan yıla artış göstermesi ve hemde bu artışa eğitim sistemindeki manipülasyonların da aşırı dozda eklenmesi bu ihtimali gözden ırak tutmamızı engellemektedir.Kaldı ki American Enterprise Institute adlı bir ABD kuruluşunun raporundan Sn.Yiğit Bulut tarafından (1) aktarılan şu bölümler bu ihtimalin ABD tarafında da nazarı itibare alındığını göstermektedir.Peki Ne diyor rapor da :
"Türkiye’de seçimler 1973 yılından hatta 1950’li yıllardan itibaren yapılıyor. Fakat özellikle bu yıl gerçekleşecek olan seçimler Türkler için ayrı bir önem taşıyor. Şayet Başbakan Recep Tayyip Erdoğan (AKP) cumhurbaşkanı seçilir ve partisi iktidara gelirse, resmi daireler başta olmak üzere Türk halkı İslami güçlerin kontrolü altına girecek.
AKP'nin kökleri Refah'a dayanıyor
Acaba neden ABD yada Avrupa’daki resmi kuruluşlar AKP önderliğindeki Türkiye’nin geleceği ile ilgili endişe içerisindeler? Esasında bu soruya cevap vermeden önce bu partinin bu aşamalara nasıl gelindiğinin bilinmesi önem arz ediyor. İlk önce Başbakan Erdoğan’ın çok eskiden yapmış olduğu bir açıklamaya kulak verelim. 21 Kasım 1994’te Erdoğan “Herşeye kadir olan Allahım, ben şeriatın kölesiyim” demişti. Bu açıklama Başbakanın kişiliğini açıkça ortaya koyuyor.
AKP'nin kökleri Necmettin Erbakan’ın partisi olan Refah Partisi’ne dayanır. (Welfare Party) İslami parti Refah Partisi 1993 yılında kuruldu. 28 Haziran 1996 yılında Necmettin Erbakan Başbakan seçildi. Çünkü 550 milletvekili koltuğunun 158’i onun partisinin milletvekilleri tarafından temsil ediliyordu. Onun döneminde dikkat çeken olaylar arasında özellikle Libya ve İran’daki yoksul gruplara yapılan tıbbi yardımlar ve dini okullara verilen destek göze çarpıyordu. Din odaklı hedeflerini gerçekleştirmek üzere kurulmuş Refah ve Fazilet Partileri'ne şimdi aynı amaca önderlik eden bir diğer parti katılmış oldu. Adalet ve Kalkınma Partisi. Yani AKP.
İslami güçler arkasında
3 Kasım 2002'de AKP açık fark ara ile liderliği ele geçirdi. Yüzde 34,3’lük oranla seçimleri kazanan parti Erdoğan başkanlığında iktidara geçti. Türkiye’nin en eski partilerinden biri olan CHP bile ancak yüzde 19,4’lük bir oy alabildi. AKP kazandığı bu seçimlerle uzun süren bir balayına girmiş oldu. Türkiye’de paranın dolar karşısındaki değeri düşerek 1.7 milyon Türk lirası oldu. Erdoğan bu değeri istikrarlı bir platforma oturtmaya çalıştı. İslami yatırımların AKP döneminde gözle görülür bir biçimde yükselişe geçtiğini görüyoruz. 7 Kasım 2005’te Dış Ticaret Bakanı Kürşad Tüzmen, Sheikh Khalifa bin Zayid al-Nuhayyah başkanlığındaki United Arab Emirates ile Türk şirketleri arasında 100 milyar dolarlık yatırımı kamuoyuna bildirdi.
Ankara’daki Saudi Büyükelçiliği’nden yapılan bir başka açıklama ise yapılan bu yatırımların sayılarının ileriki tarihlerde artacağı yönünde oldu. Yatırımlar düzenli olarak gelirken büyük bir problemi de beraberinde getiriyordu. Bu problemin adı “Yeşil Sermaye” diğer bir adıyla İslami Yatırım’dı. Geniş bir kesimi içeren ve resmi olmayan bu yatırımlar politikacılar, gazeteciler tarafından sürekli olarak dile getirilerek gündemin en dikkat çekici konuları arasındaki yerini aldı. Yeşil sermaye ile yıllık iç tüketim 13 milyar doları buldu. Bu rakam ile Türkiye Estonya, Bosna, Bahreyn, Ürdün ve Azerbaycan gibi ülkeleri geride bıraktı. Ölçüsüz alınan borçlarla yeşil sermaye akımı durmaksızın gerçekleşmeye devam etti. Bu durum 2005’in ilk çeyreğinde 13.7 milyar dolar olan cari işlemler açığının 2004 yılına oranla yüzde 38,3 oranında artış göstermesine neden oldu.
Kurulan senaryoların gerçekleşmesi durumunda acaba Washington ne yapacak? Hiç şüphesiz ABD resmi kuruluşları da sabırla gelişmeleri beklemeye başlayacak. AKP’nin yeniden iktidara gelmesi ya da Erdoğan’ın cumhurbaşkanı seçilmesi durumunda Türkiye’nin demokratik ve laik düzeninde değişme olmadığı ya da tehlikeli değişimlerin kendini göstermeye başladığını görmediği sürece Washington’dan konuya ilişkin sert bir tepki gelmeyecek."
Türkiye’de 2006 yılında cari açık (yüzde 50’yi aşan bir oranla) 34.8 milyar doları buldu. Bu rakamsal büyüklüklerin nedeni sadece yeşil sermaye olmadı tabii. 2001 yılında gerçekleşen krizin etkileri de kendini güçlü bir şekilde hissettirmeye devam etti. AKP yönetici güçlerinden Abdullah Gül 1983-1991 yılları arasında Saudi Arabistan’daki İslami Gelişim Bankası’yla çalıştı. Yani AKP seçimlerin çok öncesinde İslami güçleri arkasına almıştı.
Eğitim değişiyorEğitim Türkiye’de çok hassas bir konu. Normalde geleneksel olarak Türk öğrencilerinin eğitimi konusunda 3 seçenek söz konusu. Din eğitimi amaçlı İmam Hatip okulları, ticaret gibi belli konularda öğrenciyi geliştiren meslek okulları ya da dinle ilgisi olamayan diğer bir değişle lâik okullar. Fakat Erdoğan bu sistemi değiştirmek niyetindeydi. Onun esas isteği, İmam Hatip dengi İslami içerikli okulların düz liselerle eş düşünülmesi ve buradan mezun olanların üniversiteye girişlerinde de yine aynı eşit muamelenin uygulanmasının sağlanması. Tehlike arz etmeye başlayan bir başka konu da AKP döneminde sayıları gittikçe artan kuran okulları oldu. Kuran okullarının sayısı şu an 60 bini buluyor. Bu rakam 1995 yılındaki kuran okulları sayısından 10 kat daha büyük. İşin ciddiyetinin anlaşılması açısından bu rakamsal oranlamanın önemi büyük.
"Türkiye’de seçimler 1973 yılından hatta 1950’li yıllardan itibaren yapılıyor. Fakat özellikle bu yıl gerçekleşecek olan seçimler Türkler için ayrı bir önem taşıyor. Şayet Başbakan Recep Tayyip Erdoğan (AKP) cumhurbaşkanı seçilir ve partisi iktidara gelirse, resmi daireler başta olmak üzere Türk halkı İslami güçlerin kontrolü altına girecek.
AKP'nin kökleri Refah'a dayanıyor
Acaba neden ABD yada Avrupa’daki resmi kuruluşlar AKP önderliğindeki Türkiye’nin geleceği ile ilgili endişe içerisindeler? Esasında bu soruya cevap vermeden önce bu partinin bu aşamalara nasıl gelindiğinin bilinmesi önem arz ediyor. İlk önce Başbakan Erdoğan’ın çok eskiden yapmış olduğu bir açıklamaya kulak verelim. 21 Kasım 1994’te Erdoğan “Herşeye kadir olan Allahım, ben şeriatın kölesiyim” demişti. Bu açıklama Başbakanın kişiliğini açıkça ortaya koyuyor.
AKP'nin kökleri Necmettin Erbakan’ın partisi olan Refah Partisi’ne dayanır. (Welfare Party) İslami parti Refah Partisi 1993 yılında kuruldu. 28 Haziran 1996 yılında Necmettin Erbakan Başbakan seçildi. Çünkü 550 milletvekili koltuğunun 158’i onun partisinin milletvekilleri tarafından temsil ediliyordu. Onun döneminde dikkat çeken olaylar arasında özellikle Libya ve İran’daki yoksul gruplara yapılan tıbbi yardımlar ve dini okullara verilen destek göze çarpıyordu. Din odaklı hedeflerini gerçekleştirmek üzere kurulmuş Refah ve Fazilet Partileri'ne şimdi aynı amaca önderlik eden bir diğer parti katılmış oldu. Adalet ve Kalkınma Partisi. Yani AKP.
İslami güçler arkasında
3 Kasım 2002'de AKP açık fark ara ile liderliği ele geçirdi. Yüzde 34,3’lük oranla seçimleri kazanan parti Erdoğan başkanlığında iktidara geçti. Türkiye’nin en eski partilerinden biri olan CHP bile ancak yüzde 19,4’lük bir oy alabildi. AKP kazandığı bu seçimlerle uzun süren bir balayına girmiş oldu. Türkiye’de paranın dolar karşısındaki değeri düşerek 1.7 milyon Türk lirası oldu. Erdoğan bu değeri istikrarlı bir platforma oturtmaya çalıştı. İslami yatırımların AKP döneminde gözle görülür bir biçimde yükselişe geçtiğini görüyoruz. 7 Kasım 2005’te Dış Ticaret Bakanı Kürşad Tüzmen, Sheikh Khalifa bin Zayid al-Nuhayyah başkanlığındaki United Arab Emirates ile Türk şirketleri arasında 100 milyar dolarlık yatırımı kamuoyuna bildirdi.
Ankara’daki Saudi Büyükelçiliği’nden yapılan bir başka açıklama ise yapılan bu yatırımların sayılarının ileriki tarihlerde artacağı yönünde oldu. Yatırımlar düzenli olarak gelirken büyük bir problemi de beraberinde getiriyordu. Bu problemin adı “Yeşil Sermaye” diğer bir adıyla İslami Yatırım’dı. Geniş bir kesimi içeren ve resmi olmayan bu yatırımlar politikacılar, gazeteciler tarafından sürekli olarak dile getirilerek gündemin en dikkat çekici konuları arasındaki yerini aldı. Yeşil sermaye ile yıllık iç tüketim 13 milyar doları buldu. Bu rakam ile Türkiye Estonya, Bosna, Bahreyn, Ürdün ve Azerbaycan gibi ülkeleri geride bıraktı. Ölçüsüz alınan borçlarla yeşil sermaye akımı durmaksızın gerçekleşmeye devam etti. Bu durum 2005’in ilk çeyreğinde 13.7 milyar dolar olan cari işlemler açığının 2004 yılına oranla yüzde 38,3 oranında artış göstermesine neden oldu.
Kurulan senaryoların gerçekleşmesi durumunda acaba Washington ne yapacak? Hiç şüphesiz ABD resmi kuruluşları da sabırla gelişmeleri beklemeye başlayacak. AKP’nin yeniden iktidara gelmesi ya da Erdoğan’ın cumhurbaşkanı seçilmesi durumunda Türkiye’nin demokratik ve laik düzeninde değişme olmadığı ya da tehlikeli değişimlerin kendini göstermeye başladığını görmediği sürece Washington’dan konuya ilişkin sert bir tepki gelmeyecek."
Türkiye’de 2006 yılında cari açık (yüzde 50’yi aşan bir oranla) 34.8 milyar doları buldu. Bu rakamsal büyüklüklerin nedeni sadece yeşil sermaye olmadı tabii. 2001 yılında gerçekleşen krizin etkileri de kendini güçlü bir şekilde hissettirmeye devam etti. AKP yönetici güçlerinden Abdullah Gül 1983-1991 yılları arasında Saudi Arabistan’daki İslami Gelişim Bankası’yla çalıştı. Yani AKP seçimlerin çok öncesinde İslami güçleri arkasına almıştı.
Eğitim değişiyorEğitim Türkiye’de çok hassas bir konu. Normalde geleneksel olarak Türk öğrencilerinin eğitimi konusunda 3 seçenek söz konusu. Din eğitimi amaçlı İmam Hatip okulları, ticaret gibi belli konularda öğrenciyi geliştiren meslek okulları ya da dinle ilgisi olamayan diğer bir değişle lâik okullar. Fakat Erdoğan bu sistemi değiştirmek niyetindeydi. Onun esas isteği, İmam Hatip dengi İslami içerikli okulların düz liselerle eş düşünülmesi ve buradan mezun olanların üniversiteye girişlerinde de yine aynı eşit muamelenin uygulanmasının sağlanması. Tehlike arz etmeye başlayan bir başka konu da AKP döneminde sayıları gittikçe artan kuran okulları oldu. Kuran okullarının sayısı şu an 60 bini buluyor. Bu rakam 1995 yılındaki kuran okulları sayısından 10 kat daha büyük. İşin ciddiyetinin anlaşılması açısından bu rakamsal oranlamanın önemi büyük.
Sosyalistlerin Katkısı !
Peki son 60 yılı heba eden genç Cumhuriyet'imizin bugünkü karanlığa gidişinde sol kesimin katkısı ne oldu? Koca bir sefalet! Onlar hep Sosyalist öğretiye ihanet ettiler.Bilimsel sosyalizm'i laf ebeliğine dönüştürdüler. Henüz yeterli fikri olgunluğa erişmemiş ve yeterli deneyimi kazanmamış fikirleri , teori ile eylem arasındaki çelişkileri çözmeden fikrimutlak kabul edip Diyalektik Materyalizm'e ihanet ettiler. Sosyalizmi geliştirerek çelişkileri gidermek yerine başlangıçtaki fikir ayrılıklarını , birbirlerini yok edinceye kadar sürekli bir kavga vesilesi yaptılar. Hatta bazı durumlarda karanlığın çoğalmasına sebep olan eylemler yaptılar. Örneğin İran'da mollalara payanda olarak iktidara gelmelerine sebep oldular ve sonuçta İran'da yok oldular.Çünkü mollalar onları kullandıktan sonra ilk önce onları yok ettiler.Nasıl oldu bu? Anlatalım:"Şah rejimine karşı çıkan mollalar, solcuların sistem karşıtlığını çok iyi kullandılar. İran’da 1970’lerin ikinci yarısı Şah karşıtı gösteriler yoğunlaştı, İslamcılarla solcular ortak cephede yer aldı. Şah’ı devirip demokrasi getireceklerdi. Üye sayısı milyonu aşan İran Komünist Partisi (TUDEH) yönetimi, mollalara iki isim yakıştırdı:İlerici Din Adamları, Devrimci İslam.16 Ocak 1979’da Şah İran’ı terk etti. 1 Şubat’ta Humeyni Tahran’a döndü, 1 Nisan’daki halkoylamasının tek maddesi vardı:İslam Cumhuriyeti’ne evet mi hayır mı?O koşullarda hayır çıkması olanaksızdı. Solcular hala uyanmamıştı!..***Bir yıl sonra Şubat 1980’de Humeyni, üzerine küçük bir yetki aldı:Tüm yargı atamalarını yapmak!...Nisan’da “İslam Kültür Devrimi” paketi kabul edildi.Artık başka kültür yoktu.Ve sol uyandı!..Tüm üniversitelerde eylemler yapıldı, karşı çıkıldı. Mollalar buna çok demokratik yanıt verdi:“Üniversiteler iki yıllığına kapatılmıştır.”Bu zaman diliminde üniversitelerdeki molla rejimine karşı çıkan tüm öğrenciler, öğretim üyeleri ayıklandı.1983’TE SON DARBE İNDİRİLDİ:Tüm TUDEH yöneticileri tutuklandı. O süreçte İran’da molla rejiminin kıyımına uğrayan solcu, aydın sayısının 2 milyon olduğu tahmin ediliyor.""İran’dan kaçabilen solcuların ortak söylemlerinden biri şudur: Alıştıra alıştıra geldiler. Bir taviz kopardılar mı, aldıkları taviz sanki yıllardır uygulamadaymış gibi doğal karşıladılar, hemen yeni taviz peşine düştüler. Kısa süre sonra itiraz etmeyi unutan insanlar haline geldik. Artık sağcı, solcu,milliyetçi, liberal yoktu, iyi Müslüman-kötü Müslüman vardı.Bunun ölçüsünü de mollalar koyuyordu.”“HUMEYNİ AYDINLARI ALDATTI”Yaşamının 44 yılını sürgünde geçiren, Şah’ı deviren büyük halk ayaklanmasına liderlik yapmış yazar Bahman Nirumand, mollaların nasıl iktidar olduklarını, yenilginin nedenlerini ve çıkardıkları dersleri anlatıyor….- Şah'ı devirdikten sonra iktidarı mollaların ele geçireceğini hiç düşünmemiştik. Her şey çok çabuk değişti. Bunda bir dizi rastlantının da büyük rolü oldu. Bir devrimin gidişatını raslantıların da belirleyebileceğini öğrendim.Eğer, gerçekleri görmeyen bir ütopi ile hareket ederseniz başarıya ulaşamazsınız. Örneğin bu, yaptığımız önemli bir hataydı. Hepimiz o zaman daha çok gençtik, tecrübesizdik. Kafalarımızdaki ütopi, ayaklanmadan sonra sosyalist bir İran kurmaktı. Oysa bu ütopinin gerçeklerle ilgisi yoktu. Başta biz solcular, o zamanki İran halkını. İran halkının yapısını tanımıyorduk. Şah diktatörlüğünü karşımıza almıştık, başka bir şey düşünmüyorduk. Halk ne düşünüyor, onların beklentileri, ihtiyaçları neler, bunları pek dikkate almamıştık. Kısacası İran halkını tanımıyorduk. Halkın beklentilerine, taleplerine cevap vermeyen, bunları dikkate almayan bir devrimin başarıya ulaşması imkânsız. Halkın sadece bir. kesiminin istemleri doğrultusunda hareket ederseniz bu da başarıya ulaşamaz. Sonra, şiddet uygulayarak bir hedefe ulaşılacağına da inanmıyorum artık. Şiddet yoluyla kurulan rejimlerin kalıcı olmadığını tarih gösterdi bize. Önemli olan halkın aydınlatılmasıdır. Aydınlanma olmadan toplumsal kalkınma, demokratik ilerleme de olmaz. Halkı toplumsal değişikliklerin gerekli olduğuna inandırmak ve bu doğrultuda halkla birlikte uzun süreli bir mücadele vermek gerekiyor. İşte 1979 yenilgisinden çıkardığım dersler bunlar."Humeyni devrimi bekleniyor muydu? - Hayır, kesinlikle beklenmiyordu, 70’li yılların ortalarından itibaren İran'da Şah'a karşı bir hareket başlamıştı. Ancak bu hareket işçi-köylülerden ya da yoksul fakir halktan gelmiyordu. Tam tersine, petrolden zengin olmuş bir tabakadan veya zengin olma umutları besleyen orta sınıftan geliyordu. Bunlar iktidarda söz sahibi olmak istiyorlardı. Her şeye kendi karar veren Şah rejimi, bu sözünü ettiğim kesim için bir engeldi. Onlar daha da zengin olabilmek için eşitlik, demokrasi talep ediyorlardı. Şah’a karşı halk ayaklanması böyle başladı. İlk protestolar öğrencilerden, aydınlardan geldi. O dönemde hareketin İslamcılarla yakından uzaktan hiçbir ilgisi yoktu. Başlangıçta, 1953’te CIA tarafından düşürülen Musaddık’ın başlattığı ulusalcı hareketin bir devamı gibiydi.Tam da bu Şah’a karşı hareketin güçlendiği bir sırada, durduk yerde, hiçbir neden yokken bir gazete, kimsenin tanımadığı Humeyni hakkında, kendisini yerden yere vuran, hakaretler yağdıran, İslami inançlarla alay eden bir haber yayımladı. İlk kez Humeyni adı bu gazete sayesinde duyuldu. Humeyni o günlerde Irak’ta sürgünde yaşıyordu. Gazete bu haberi yayımlayınca İranlı Şiiler ayaklandılar. “Neden, kimin direktifi ile bu gazetenin Humeyni aleyhine böyle bir haber yayımladığı bugün hala anlaşılmış değil.” İranlı Şiiler ayaklanınca ne oldu?..İran Şah’ı, Saddam Hüseyin’den Humeyni’yi sınır dışı etmesini istedi. O da Şah’ın bu isteğini yerine getirdi. Hiç beklenmedik bir şekilde Fransa Humeyni’ye politik sığınma izni verdi. Humeyni Paris’e yerleştikten sonra yaptığı açıklamalarla da bir anda dünya basının odak noktası oldu. İşkencelerin sona ermesi, gizli servisin kaldırılması, İran’a demokrasinin gelmesi, kadınlara eşit haklar verilmesi gibi herkesin şaşkınlıkla karşıladığı açıklamalar yapıyordu. Bütün dünya Humeyni’yi konuşur olmuştu. İranlı solcuların veya aydınların büyük bir kısmı Humeyni’yi desteklemeye başladılar. Humeyni modern, demokrat bir din adamı olarak görülüyordu… “Humeyni’nin demokrat olduğuna inandık” İşte bu gelişmelerle birlikte İran’daki İslami kesim ön plana çıkmaya, Şah’a karşı ayaklanmada öncü rolü oynamaya başladı. İran’daki binlerce din adamı camilerdeki vaazlarında halkı Şah’a karşı ayaklanmaya katılmaya, isyana çağırdılar… Bu arada Humeyni’nin kendi sesinden kasetleri de kaçak yollardan sık sık ülkeye sokuluyor, bu kasetler bir anda binlerce camiye dağıtılıyordu. Camiler parti merkezlerine dönüşmüştü ve çok iyi organize olmuşlardı. Şah’a karşı ayaklanan diğer güçler, Humeyni yandaşları kadar organize ve disiplinli değillerdi. Humeyni ve yüz binlerce molla artık Şah’a karşı ayaklanmada itici ve belirleyici güç haline gelmişlerdi. Dizginler onların eline geçmişti. Biz ise hala Humeyni’nin demokrat bir din adamı olduğuna inanıyor, “Şah devrilsin yeter” diyorduk…(Bugünkü iktidarı destekleyen neoliberaller ve sol kesimin davranışlarına ne kadar benziyor. Ama heyhat.Hiç ders alınsaydı tarih tekerrür edermiydi!)(Y.RAGIP TÜNTAŞ'tan alıntı)
Tuesday, March 17, 2009
ERGENEKON1-Aslında Anlamamıştık!
12 Eylül katliamlarına isyan etmiştik, kahretmiştik. Ama bir gerçeği o zaman iyi anlayamamıştık.Anlayamadığımız şu idi. Amerikanın kendi menfaatleri için değil 5 bin, milyonları vahşice öldürebileceğini düşünmemiştik.Kendi adıma söylersem, ben Irak’taki vahşetinden sonra Amerika’yı anlayabildim. Emperyalizm, emperyalizm derdik de, meğersem bilinçsiz bir emperyalizm karşıtlığı içindeymişiz.Hâlbuki ders çıkaracağımız birçok savaş olmuştu. Ancak, Irak daha bir yakıcı, daha bir öğretici oldu. Yoksa Vietnam, Yugoslavya, v.s biliyorduk.Ancak, sözle söylediklerimizin gerçekte olabileceğini Irak vahşetinden sonra kavrayabildik. Aslında biz kendimiz de 12 Eylülde bir Irak yaşamıştık.Amerikan çıkarları karşısında insan hayatının zerre kadar bir değerinin olmadığı hususu, şu yaşadığımız son on yıl içinde ete kemiğe büründü.Devrimci böyle ölür başlığı ile verildi.12 Eylül vahşetinde idam edilen Ramazan Yukarıgöz’ün mektubu 26 yıl sonra annesinin eline geçti.Ölürken bile metanetini yitirmeyen, devrimciliğinden pişmanlık duymayan Ramazan yaşasaydı bugün Ergenekon Tertibinden yatıyor olacaktı.AKP iktidarının temel harçları Kenan Evren tarafından konuldu.Kenan darbe yaptı. Hesap vermedi. Cennet gibi yerlerde keyif sürdü. Amerika’nın istediği bir rejimi Türkiye’ye oturtmak için gencecik insanları astı.Asmayalım da besleyelim mi? diye beyanatlar verdi.Ramazan Yukarıgöz’ü belemediler astılar. Ama Amerikan şirketlerini beslemeye devam ediyorlar. Yukarıgöz zaten Amerika ve onların şirketleri için asılmıştı.Kemalistler darbeci diye yargılanıyor. Hani şu Amerikancı İslamcılar, Amerikancı demokratlar var ya, işte onlar Kenan Evren’i hiç duymamış ve işitmemişlerdir. Onlar için Kenan diye birisi hiç yaşamamıştır.Son günlerini yaşıyormuş, son oyunu AKP’ye verecekmiş.İyi istirahatler.
(Bülent Esinoğlu'ndan alınmıştır)
Bu yazıyı biraz düşünürsek ABD'nin artık deşifre olmuş bir 'Derin Devlet' yapısını tasfiye ettiğini ve yerine mutlaka yenisini koyduğunu anlarız. Aksi halde oyuncağı olan bir iktidara bu kadar kolay yedirtmezdi. Tabii iktidar da hazir böyle bir olanak bulmuşken kendi iktidarına karşı olan herkesi de bunun içine dahil etmeye çalışıyor ve bu şekilde işin sulanması da ADB'nin işine geliyor.
(Bülent Esinoğlu'ndan alınmıştır)
Bu yazıyı biraz düşünürsek ABD'nin artık deşifre olmuş bir 'Derin Devlet' yapısını tasfiye ettiğini ve yerine mutlaka yenisini koyduğunu anlarız. Aksi halde oyuncağı olan bir iktidara bu kadar kolay yedirtmezdi. Tabii iktidar da hazir böyle bir olanak bulmuşken kendi iktidarına karşı olan herkesi de bunun içine dahil etmeye çalışıyor ve bu şekilde işin sulanması da ADB'nin işine geliyor.
Subscribe to:
Posts (Atom)